Ballı Gazlı Tehlike: Yatağan [Günay Tulun]

Duymuşsunuzdur. Yatağan'daki termik santral yüzünden, bölgede üretilen ballarda ağır metaller bulunmuş. Bu ballardan en ünlüsü ve en çok satılanı tüm Türkiye’nin bildiği ünlü bir "hinterland markası"… Özellikle çam balcılığında akla ilk gelen ürün... Yatağan'la aynı ile bağlı. Adını; şirin, sayfiye özellikli, deniz ve yat turizmiyle anılan güzeller güzeli bir ilçeden alıyor. "Ben o ilçede oturmuyorum, bana gelene kadar..." diyenler şunu da bilsinler; Muğla ilinin uzunluğu bir uçtan diğer uca kuş uçuşu 143 km. Yani en uzaktaki iki ilçeden bir olan Yatağan'dan attığınız taş, diğer uçtaki Seydikemer'e düşer. O denli kısa... Tehlikeye en yakın yerler arasında Yatağan'a yapışmış Aydın ili başta olmak üzere Muğla'yla sınır komşusu olan Denizli, Burdur ve Antalyayı, ardından da bunlara komşu olan illeri sayabiliriz. Tabii ki bunlar karasal yönden. Yazıyı okuduğunuzda göreceksiniz ki, tehlike o bölgeyle sınırlı değil. Tüm gezegenimiz risk altında...

BU YAZIYI KİMLER OKUSUN
Tabii ki dileyen okur ama özellikle "Ben İstanbul'dayım, uzağım; bana bir şey olmaz Trakya'dayım: Trabzon'da, Hopa'dayım; Erzurum'a, Kars'a gelmez; Adana'yla Hatay'a ulaşmaz bile, ohhoho Şırnak'a gelene kadar, Hakkâri nere Muğla nere, sordum Bartın'a bir şey olmazmış; Ankara'ya zaten olmaz, olsaydı Ankara santralın işletmesini durdururdu." diyenler okusun. Korkusuz kahramanlarsa okumadan uyumaya devam etsin. Okumasınlar da tıpış tıpış büyüsünler! "Benden sonra tufan!" diyenlere gelince; onlar, insanlığın başına ördükleri ve işletmeyi sürdürerek, örmeye devam ettikleri bu belanın göbeğinde zorunlu ikamete tabi tutulsunlar.

Neyse ki, her türlü bilgiye kapalı olan "bana neciler" takımı için beis yok. Onlar atta, "Bana ne! Bana ne!" sedalarıyla gideceklerinden "Habersizler Mezarlığı"na gömülecekler. Sonrasını çocukları, torunları ve onların torunları düşünecek.

AĞIR METALLERİN DEVRİÂLEMİ
Ağır metaller, bizler gibi her şeye boş veren insanlara hiçbir şey yapmaz (!). Yapar denilenlerse gelip geçici (!) şeyler. Öldüğünüzde geçer, dertlenip de keyfinizi bozmayın.

Siz kurtuluyorsunuz da o durmak bilmiyor. Gömüldüğünüzde toprağa geçiyor. Topraktan bitkilere, böceklere, o topraklarda yetişen bitkileri yiyen insanlarla hayvanlara, hayvanlardan et, süt, gübre vs yoluyla yeniden insanlara… Bu döngü, sanıldığı gibi kısır değil. “Ondan buna, bundan ona, ondan şuna” sonra yeniden yeniden yeniden “şundan buna, bundan şuna, şundan ona” geçmeye devam ediyor.

AĞIR METAL DE NEYİN NESİ
Bizim gibilere hiçbir şey yapamayan (!) bu ağır metaller neymiş bir bakalım. Adları, soyadları, göbek adları var mı? Hava, su, toprak kirliliğine neden olan bu ağır metaller neyin nesi, kimin fesi? Gelin, bilebildiklerimizi birlikte ve Türkçe okunuşlarının rahatlığına sığınarak yazalım: Altın, alüminyum, antimon, arsenik, bakır, baryum, bizmut, cıva, galyum, gümüş, hafniyum, indiyum, iridyum, itriyum, kadmiyum, kalay, krom, kurşun, lantan, manganez, nikel, niyobyum, paladyum, platin, rodyum, rutenyum, skandiyum, stronsiyum, talyum, tantalyum, tungsten, vanadyum, zirkonyum. Öf! Amma da çokmuş be!

AĞIR METALLER NE YAPAR
"Ağır abilerimiz" kadar ağır olmasalar da aynı sıfatla seslendirdiğimiz bu metaller; ortaya çıkış zamanı belli olmayan zehirlenmeler başta olmak üzere, toksinlerin birikmesi sonucu "kanserin her türlüsüyle karaciğer, akciğer, kalp, kan, böbrek, pankreas, dalak, mesane, rahim, prostat, meme, gırtlak, mide, barsak, göz, cilt, insanı yatalak yapan çeşitli kas hastalıklarıyla hayal görme, bunama, alzaymır ve listeyi uzatmamak için yazmadığım çok sayıda ağır ve ölümcül hastalığa" neden olur.

AĞIR METALLER BU HASTALIKLARI NASIL YAPAR
Yatağan gibi fosil yakıtlı enerji dönüşüm santralları, faaliyetleri süresince, bacalarından kükürt dioksit ve nitrik oksit salar. Bu salımın, canlıları ve doğal çevreyi etkileyeceği malum. Kas ve zekâ geliştiricisi olarak kullanılan nitrik oksite de ufaktan ufaktan dokunmak gerek. Renksiz gazlar sınıfında yer alan bu madde, havadaki oksijenle birleşerek nitrojen dioksite dönüşür, hücreden hücreye hiçbir engelle karşılaşmadan geçer ve dokulara büyük zarar verir. Kükürt dioksit ve nitrik oksit salımı başa gelen ilk bela... Gerisi radyolardaki "arkası yarın" gibi!..

Baca gazları, havada asılı kaldıkları kısa süre içinde su zerreleriyle etkileşime geçerek sülfirik ve nitrik asite dönüşür. Ondan sonra da sis, yağmur, kar gibi etkenlerle “asit yağmuru” hâlinde yeryüzüne iner. Neler olacağını söylememe gerek yok değil mi? İşte, bu da ikinci bela… Bitti mi? Hayır!

Santraldan çıkan ve genelde kül olarak tanımlanan dışık; bir tarafa atılmadan, saklanmadan, gömülmeden yani elden çıkarılmadan önce mecburen depolanır. Küllerin toplandığı o alanda asıl depolanan şeyin radon gazı olduğunu söylemem yanlış olmaz. Radonun ne işler becerdiğini yazmama da gerek yok ama işin ne derece vahim olduğunu anlatmak için; radon temaslı suyla duş yaparken bile o gazı soluyabileceğinizi, soludukça akciğer kanserine doğru koştuğunuzu, bodrum katta oturuyorsanız evinizi sürekli havalandırmanız gerektiğini, hele hele sigara içiyorsanız... Sözü burada kesmem daha doğru olacak gibi, yoksa okuyanlarda korku gerçekten de bacayı saracak.

Belalar bitti mi? Hayır!
Deminkinin üçüncü bela olduğunu ekleyip dördüncüsüne geçiyorum.

Küllerin üzeri toprakla örtülür. Radon, üzerine toprak atmakla zaptedilecek bir gaz değil. Sinsice firar edip havaya karışır. 96 saat içinde aktif kurşuna ve polonyuma dönüşür. Nihayet radyoaktif maddelerle de merhabalaştık. Yanisi şu; kül gibi masum bir ad takılan o dışık, radyoaktif yayımın suçlusudur. Bu suçlunun saldığı en önemli radyoaktif madde de uranyumdur. Zararlarını da yazmama gerek yok sanırım. Bilen bilir, bilmeyense birkaç satır okuyup öğrensin. Bu da fosil yakıtlı santralın dördüncü belasıydı.

Belalar bitmedi, devam ediyor.
Yeryüzünden atmosfere çıkan ve oradan da tekrar yeryüzüne inen tüm maddeler, tarla ve bahçe ürünlerini zehirlediği gibi yer altı ve yer üstü sularına daha da açıkçası, içme ve kullanma sularımıza karışarak ölümcül bir belaya daha yol açarlar.

Buyrun, bir başka bela daha… Santraldaki soğutma ve arıtma çalışmaları sırasında artan su sıcaklığı ve suya karışan maddeler, suyun tahliye edildiği alandaki çevreyi kirleterek canlıların ölümüne neden olurlar. O çevredeki su canlılarını yiyenlere selam olsun!

Hiç şüpheniz olmasın, insanlığın ortak mirası olan tarih ve sanat eserleri de radikal dinciler kadar hızla olmasa da yavaş yavaş, ufak ufak "asit yağmuru" denen beladan nasiplenmekte ve aşınarak yok oluşa doğru sürüklenmektedir.

YATAĞAN’IN FENDİ İNSANI YENDİ 
Bu santralın saçtığı zehirden, 1975 yılından bugüne dek gelip geçen hükûmetler ve hâlen, hem de 17 yıldır iş başında olan partizan hükûmetler sorumludur. Onlar sorumludur da bu oluşuma göz yuman bürokrat, teknokrat, sivil toplum kuruluşları ve zamanında iş bulacağız umuduyla sessiz kalan halkın büyük kesimi sorumlu değil mi? Santralı işleten şirket ve şu anda çalışan işçilerin hiç mi payı yok? O işçiler ki seslerini yalnızca özelleştirme sırasında çıkardılar. O da AKalPe’nin yaptığı özelleştirmelerin işten çıkartılmayla sonuçlandığını bildiklerinden, yani iş kaybetme korkusundan. Santralın filtresiz işletildiği dönemlerde bile çıkan sesler pek cılızdı. Ne çabuk unutuldu?

Halkın küçük de olsa bir kesimi, feryat edip ölen zeytinlikleri, ürün vermeyen toprakları, nefes alamayan insanları gösterdiğinde; görmeyen, duymayan, dilaltı olan yetkililerin hiç mi günahı yok?

TEK SATIRLIK BİR SORU
Yatağan'da halkı bezdiren, çok sayıda taş ocağı olduğunu da biliyor muydunuz?

YATAĞAN’IN SERÜVENİ
Olayı tarihlerken, neden 1975’e kadar gittiğimi kronolojik olarak vereceğim şu bilgiler açıklayacaktır:
- 1975 yılında "I. Milliyetçi Cephe" yani "4. Demirel Hükûmeti*" döneminde Muğla’nın Yatağan havzasındaki linyit kömürünün enerji üretiminde kullanımı için Yatağan’da bir termik santral yapılması yatırım programına alınır.
- Yine aynı hükûmet zamanında santral ihalesi açılır ve katılanlar arasından seçilen bir Polonya şirketiyle 1976 yılında ön anlaşma imzalanır.
– Yine Demirel'in başında bulunduğu "İkinci Milliyetçi Cephe" zamanında, 1977 yılında inşaata başlanır.
- Ağustos 1978’de montaj çalışmalarına geçilir.
- Ekim 1982’de ilk ünite devreye girer.
- Haziran 1983’te ikinci ünite devreye alınır.
- Aralık 1984’te üçüncü ünite. faaliyete geçer.
- Santral, 2014 yılının 1 Aralık günü “Özelleştirme İdaresi Başkanlığı” tarafından; taşınır, taşınmaz malları ve maden arama-işletme ruhsatlarıyla birlikte 2 milyar 411 bin Türk Lirası karşılığında "Bereket" adlı bir gruba satıldı. Satış sözleşmesinde “Elsan A.Ş." olarak adı geçen şirketle işletici konumundaki "Yatağan Termik Enerji Üretim A.Ş.” bu grubun yan kuruluşlarıdır.

TABİİ Kİ SESİNİ DUYURMAYA ÇALIŞANLAR DA OLDU
Az önce çok kişi ve kuruluşa sitem ettim ama siyasal erke her dönemde "Aman, sakın ha!" diye seslenen kahramanlar da oldu. Tek tüktüler ama yine de cesaretle çıkıp seslendiler. Seslendiler de ne oldu diyeceksiniz ki bunda da yerden göğe dek siz haklısınız. Hiç kimse aldırmadı bile…

Uyarılara aldırmayanların tehlike anında kaçacak çok yeri var. Garip halksa nereye kaçacak? Denizin dibine mi? Yoksa vatan parçası olan 18 ada ve 1 kayalar grubunun nedeni bilinmeyen bir şekilde verildiği Yunanistan'a mı?

Bırakın bilim tahsil edenleri, birazcık roman okuyanlar bile bu işin balla sınırlı kalmayacağını bilir. O yörelerde yetişen tüm bitki, hayvan ve balık çiftlikleri dâhil deniz ürünlerinde de o ağır metallerin olmasının kuvvetle muhtemel olduğu, insanlarınsa hem direk hem de yiyecekler yoluyla çifte etki altında kalacağı aşikârdır.

SON SÖZ
Bazı aklı kıtlar zannederler ki, bu tip problemler yalnızca olayın olduğu bölgeye ve o bölge halkına zarar verir. Kendileri, çocukları ve servetleri tehlikelerden uzaktır. Onlar böyle düşünedursunlar, biz birkaç bilinen örnekle gerçekleri konuşalım.  

- Ege Denizi’ndeki Santorini’de bulunan yanardağın, adanın yarıdan fazlasını havaya uçuran o ünlü patlamasının etkileri; Nil Vadisi, Anadolu'nun olaya uzak bölgeleri ve Kanada’daki bitkilerde de saptandı.

- ABD'nin, İkinci Dünya Savaşı'nda Japonya'nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine attığı atom bombasının etkileri, yalnız bölgede değil tüm dünyada görüldü.

- İkinci Dünya Savaşı esnasında Paul Hermann adında İsviçreli bir kimyager DDT'nin böceklere karşı çok etkili olduğunu fark etti. Bu keşfi sayesinde kendisine 1948 Nobel Ödülü verildi. Verilmez olsaydı diyeceğim ama Orhan Pamuk adlı kişiye de sırf Türkleri kötülediği için Nobel vermişlerdi. Yani zihniyet aynı azihniyet, hiç değişmemiş. Dünyanın başına bela olan bu ilaç, yasaklanana dek milyonlarca ton kullanıldı. En büyük üretici ve kullanıcı olan ABD’nin halkı tabii ki bundan etkilendi. İşin ilginç yanı; ABD menşeli o DDT’lerin, bu zehiri kullanmayan İzlanda ve o zamanlar Hindi Çini denen bölgedeki insanların hücrelerinde çok daha yoğun bir şekilde bulunmasıydı.

- Nükleer bomba deneylerini inatla sürdüren süper, süper altı büyük ve cüce devletler katil ruhlu yöneticileri eliyle Dünya'mızın başına bela olmayı sürdürdüler. Her zaman bizden çok uzakta; Pasifik'te, Nevada'da, atmosferin üst tabakalarında, yer altında yapılan bu deneyler gezegenimizdeki tektonik tabakaları harekete geçirdikleri yetmezmiş gibi, Dünya üzerinde kanser ve çeşitli hastalıkların artışına da neden oldular. Deneylerin yapıldığı yerde değil, Dünya'nın her yerinde...

- Çok yakın bir tarih, mutlaka hatırlarsınız. Çernobil faciasının etkileri de yalnız olayın yaşandığı bölgede değil, Türkiye dâhil tüm dünyada görüldü.

SON SÖZDEN SONRAKİ SÖZ
Dostlar, Marslı Kardeşlerim, Efendiler!
Siz bizim dünyamızı pek bilmezsiniz.
Burada, hava akımı da dediğimiz rüzgâr adında bir gerçek var.
Geze toza tüm dünyayı dolaşır.
Her şeyi her yere taşır, bırakır ve gezmesine devam eder.

Dostlar, Jüpiterli Kardeşlerim, Efendiler!
Siz bizim dünyamızı pek bilmezsiniz.
Burada, yer altı suları dediğimiz bir gerçek var.
Ara sıra gürül gürül akar, ara sıra durulmuş görünüp göl olur. Deniz olduğu, okyanus olduğu da vâkidir. Bazen yer üstüne çıkıp çaktırarak bazen de yer altında kalıp çaktırmadan tüm dünyayı yıkaya yıkaya gezer, dolaşır, sonra yine gezer.

Acaba anlatabildim mi?



Günay Tulun
[Türk Yazın Dünyası]
Günay Tulun 25.3.2019
 




BİLGİ NOTU
Sami Süleyman Gündoğdu Demirel'in başbakanlığında, "AP, MSP, MHP ve CGP"nin bir araya gelerek kurduğu, sanki karşılarındakiler vatan evladı değillermiş gibi kendilerine "Milliyetçi Cephe" adını takarak milleti ayrıştırdıkları koalisyon zamanından söz ediliyor.